1 Ağustos 2013 Perşembe

Anna Karenina - Lev TOLSTOY




"İÇİM NEFRETLE DOLU, ÖCÜMÜ ALACAĞIM"

İşte bu cümleyle başlıyor kitap. Ve sonunda bitirdim. İlk Tolstoy kitabım Anna Karenina.  Uzun sürmesi kesinlikle sıkıcılığından falan değil, tamamen benim tembelliğimden. Araya tatil girdi falan, hiç okumadığım 2 hafta vardı.

Nasıl anlatacağımı, nereden başlayacağımı düşünüyorum birkaç gündür. İnternette Tolstoy üzerine biraz araştırma yaptım. Böyle kitaplar okuyunca her seferinde "nasıl yazıyorlar", "nasıl düşünüyorlar" bu adamlar diye düşünüyorum. Tolstoy gibi bir yazarın, Anna Karenina gibi bir kitabın hakkında yazı yazmak gerçekten çok zor. Benimki kendince bir yorum sadece. 

Bir erkeğin; bir kadının iç hesaplaşmalarını, duygularını, hırslarını, her saniye değişen gelgitli ruh halini bu kadar iyi yansıtması nasıl anlatılır, bilemiyorum. İnsan gerçekten şunu düşünüyor. Bir insan kendini bile bu kadar iyi tanıyamaz. Öyle bir şey ki, sanki Tolstoy bir kadının beynini, kalbini okuyor. Onun içinde yaşıyor, onun gözlerinden bakıyor. Öyle bir dünya oluşturmuş ki, sadece Anna değil, tüm karakterlerin ayrı ayrı düşünceleri, yaşayışları tüm detaylarıyla önünüzde. 

Önce karakterlerden başlayayım. Bana göre kitabın iki ana karakteri var. Biri Anna Karenina, diğeri Levin. Hatta Anna'dan daha öne çıkıyor Levin kitabın bütününde. Bunun sebebi de Tolstoy'un kendini Levin'le bağdaştırması, kendini Levin'le yansıtmasıymış. Anna, Rus sosyetesinde sayılan, sevilen hoş bir kadın.  Kocası Aleksey Aleksandroviç Karenin, saygı duyulan, son derece titiz ve kurallara bağlı bir devlet memuru. Bir o kadar da duygusuz. Anna ile ilişkileri otomatiğe bağlıymış gibi süren monoton bir ilişki haline gelmiş ve kocası Anna'nın ruhunda olup bitenlerden, yaşanan kasırgalarda bihaber. 

Anna, erkek kardeşi Stepan Arkadyeviç ve eşi Dolli'nin arasındaki buzları eritmek için Moskova'ya gidiyor ve orada Kont Vronski'yle karşılaşıyor. Vronski, genç, yakışıklı, çapkın bir subay. Karşılaştıkları anda birbirlerinden etkileniyorlar. Anna'nın ruhundaki tutku, kocası ile ilişkisinden sonra, yıllardır sessizliğini koruyan bir yanardağ gibi patlıyor. Vronski ise Anna ile ilişkisi yüzünden işinden oluyor. Ancak Anna'ya gizli saklı yaşamak, yalan söylemek acı veriyor ve her şeyi kocasına anlatıyor. Kocası Aleksey ise sadece sosyetedeki durumunu, işini ve çevresinin bu duruma tepkisini düşünüyor. Hiçbir şey olmamış gibi davranacağını, karısının da öyle davranmasını talep ediyor. Bu tepki gerçekten bizim toplumumuz için  şaşırtıcı. Biz de olsa kadının kafa göz yarılırdı, en azından derhal boşanılırdı, ancak Aleksey hala sizli bizli konuşmaya, kimseye çaktırmamaya çalışıyor. Bu durum Anna'yı büsbütün bunalıma sürüklüyor. Kocasından daha da tiksinmeye başlıyor. Artık onunla olamayacağını anlayınca da kocasını ve oğlunu terk ediyor ve Vronski'yle kaçıyor. Bundan sonrasının toz pembe bir aşk hikayesi olacağını sanmayın çünkü Anna'nın çıkmazları daha da büyüyor. Oğlunun özlemi bir yandan, çevresi tarafından dışlanması, aşağılanması bir yandan, Vronski'nin tutumlarının değiştiğini düşünmesi diğer yandan Anna'yı boğmaya başlıyor. 

Aynı durum hala geçerli değil mi, toplumun kadın ve erkeğe bakış açısı, aynı olay için kadın ve erkeği yargılaması ne kadar da farklı. Anna tamamen toplumdan dışlanırken, Vronski davetlere katılmaya devam ediyor. Anna evde otururken, Vronski günlük hayatını sürdürüyor. Vronski'den bir de kızı oluyor Anna'nın. Ancak oğluna duyduğu sevgiyi kızına karşı hissedemiyor Anna. 

Bu arada bir de Levin ve Kiti ilişkisi var. Levin en başından beri Kiti'ye aşık ancak, Kiti Vronski'yi sevdiği için Levin'in teklifini reddetmişti. Sonrasında Anna'ya aşık olan Vronski, Kiti'nin kalbinde tamiri uzun süren bir yara açtı. Ve Kiti, Levin'in teklifini kabul ederek onunla evlendi. Levin-Kiti ilişkisi, Anna-Vronski ilişkisi kıyaslandığında, Anna-Vronski ilişki son derece tutkulu bir aşk. Ancak Levin-Kiti ilişkisi sevgi ve saygıya dayalı, diğerine göre oldukça sakin bir ilişki. Kitabın sonundaki duruma baktığımızda tutkunun ve aşkın mutluluk getirmediğini söyletiyor Tolstoy bize. 

Anna'nın Vronski'yle sorunlarının başlamasından sonraki bölümleri öyle bir yaşıyorsunuz ki. Tolstoy burada döktürüyor gerçekten. Anna'nın iç diyalogları o kadar iyi ki. Kadın ruhunun gelgitlerini öyle bir aktarmış ki, Anna'nın çaresizliğini, ne yapacağını bilemez hallerini, bir dakikasının bir dakikasını tutmamasını, tüm dengesizliğini birebir yaşıyorsunuz. Kitabın en beğendiğim bölümleri işte bu Anna'nın kendi kendine konuştuğu bölümlerdi. Bir de Kiti'nin doğum yaptığı bölümler. Resmen doğum sancısı hissettim. 


Kitapta sadece bir aşk hikayesi okumuyorsunuz. O dönemin Rus sosyetesi, çiftçisi. Bunların iç yüzü. İnsanların yaşayışlarına dair bir çok ayrıntıyı da öğrenmiş oluyorsunuz.

Kitabın ilk cümlesi "içim nefretle dolu, öcümü alacağım". İşte Anna kendi yaşadığı acılara karşı duyarsız kalmaya başlayan Vronski'ye, tüm bunların sorumlusu olarak gördüğü sevgilisine öcünü de kendi canına kıyarak alır. Hem kendini bu durumdan kurtaracağını, hem de Vronski'den öcünü alacağını, o öldükten sonra Vronski'nin yaşayacağı acıyı düşünür. Anna öldükten sonra ne olur, herkes hayatına devam eder. Vronski ise kendine duyduğu nefretle 1876'da Osmanlı'yla olan savaşa katılmaya karar verir.

Anna'nın ölümünden sonraki bölümde Levin'in dinsel iç hesaplaşmaları yaptığı bölümlerde de sıkça altını çizdiğim yerler vardı. Burada Tolstoy kendi görüşlerini yansıtmış.

"Onun için sorun şuydu: "Hristiyanlığın kişisel yaşamımla ilgili sorulara verdiği yanıtları kabul etmiyorsam, kabul edebileceğim yanıtlar nelerdir?" Levin, yığınla inancın arasında bu sorulara yanıt değil yanıta benzer bir şey de bulamıyordu. Oyuncak ya da silah mağazalarında yiyecek arayan bir adamın durumundaydı."

"İnsan kendi çıkarı için değil, Tanrı için yaşamalıymış. Hangi Tanrı için? Bundan daha anlamsız ne olabilir? İnsanın kendi çıkarı için yaşamaması gerektiği... Yani anladığımız bizi çeken, istediğimiz şey için değil, anlayamadığımız bir şey için, hiç kimsenin anlayamadığı, neyin nesi olduğunu bilmediği Tanrı için çalışmak gerekirmiş."

"İyiliğin bir nedeni varsa, iyilik değildir artık o. Sonucu, yani ödülü varsa iyilik olmaktan çıkmıştır. Öyleyse iyilik, neden ve sonuçlar zincirinin dışındadır." (Vaat edilen cennete kavuşmak için yapılan iyiliklerden bahsediyor. Bu bence de tam bir menfaat ilişkisidir. Ceza ya da ödül için bir şeyi yapmak ya da yapmamak, ahlaklı bir davranış olmaktan çıkar.)

Tolstoy'un hayatı hep bu sorular üzerine düşünmekle geçmiş aslında. Ben kimim, neden varım. Ölüm ve yaşam üzerine çok düşünmüş, düşüncelerini anlattığı kitaplardan müslüman olduğu fikri bile çıkarılmış ki buna diyecek bir söz bile bulamıyorum ben. Tolstoy, kilise tarafından afaroz edilmiş ve ölümünün 100. yılında bile ailesinin girişimlerine rağmen affedilmeyeceği bildirilmiş. Cenaze töreni kendi isteğine göre, kilise gelenekleriyle defnedilmemiş.
Ben Tolstoy'u çok sevdim. Anna Karenina'yı da. Vejeteryan olması sebebiyle de Tolstoy'a ayrı bir yakınlık da duyuyorum. Kitaplarını okumaya da devam edeceğim. Şimdi merak ettiğim Anna Karenina'nın filmleri. 1997 ve 2012 yapımı 2 filmini de izleyeceğim, sonra filmleri hakkında da yazarım. Ama internetten baktığım kadarıyla benim kitabı okurken kafamda canlanan Anna, kesinlikle 1997 yapımı filmdeki Anna. Yani Sophie Marceau

Şöyle ki : 
sophie marceau



Bir de 2012 yapımı Anna var. Keira Knightley. O da şöyle :

Anna Karenina


Ben okumadan önce çevirileri hakkında kısa bir araştırma yaptım ve en iyisinin İletişim Yayınlarından çıkan ve çevirisini Ergin Altay'ın yapmış olduğu kanısına vararak onu aldım. İyiki de öyle yapmışım. Gayet güzeldi . Kitabın sonunda da Nabakov'un sonsözü var. Nabakov romanı özellikle zaman kurgusu açısından masaya yatırmış ve ayrıntılı bir zaman çizelgesini çıkarmış diyebilirim. 

Kesinlikle tavsiye ederim. İyi okumalar.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...